29 Ocak 2012 Pazar

Afganistan'da Cesetlerin Üzerine İşeyen Amerikan Askerleri

07:45
Öncelikle hafızam kötü olduğundan isim ve tarihleri tam veremediğim için özür dilerim, ama bunları net hatırlamasam da olayları hatırlıyorum buna da temin ederim.

İkiz kuleler saldırısının ardından ABD Afganistan'a saldırdı, dikkat ettiniz mi bilmiyorm Irak'taki kadar durmadı, hemen orayı Nato'ya havale etme telaşına girdi. O esnada bizim basına yansımayan tartışmalar vardı ABD kamuoyunda. İlk ölüler gelmeye başladıktan sonra Vietnam'da olduğu gibi "coniler ölmesin" temalı tepkiler oluşmuştu. Ama Bush'un körfez planı da vardı. Bu esnada iç kamuyunu rahatlatmak için bir uygulamaya gidilmiş.

Irak Savaşından 7-8 ay sonra okuduğum ve o esnada tamamen uçuk gelen bir pasajı aktaracağım. 10-15 sayfalık bir metinde geçiyordu, metnin genel teması "yeni Amerikan yüzyılı". Metinde bu bölüm Pentegon'dan sızan bir belgeye dayandırılmıştı ama belgenin kendisi yoktu. O yüzden hala benim için teoremdir , sadece gün geçtikçe daha mantıklı hala geliyor gözümde. Daha sonra bir yerde daha okudum bu iddiayı

Her neyse amca demiş ki" Afganistandaki ölü ABD vatandaşlarından sonra iç tepkiyi azaltmak için, ABD yönetimi Irak ve Afganistan'daki savaşlara mahkumları gönderme kararı aldı. Gönüllü olacak mahkumlar ceza indirimi karşılığında bölgeye sevk edilmeye başlandı. Dış ülkelerden buna gelen tepkiler, yönetimi caresiz bırakmaya başladı."

Bu saatten sonra olanlara bakalım. Ebu Garip'teki işkenceci kadın subayın görüntüsü, Afganistan ve Irak'tan sızan benzer görüntüler düzineyi aştı. En son başlıktaki olay cesetlerin üzerine işeme  olayını, Cumhuriyetçi bir senatör savunmuş
http://haber.mynet.com/cesetlerin-uzerine-iseyen-askerleri-savundu-611561-dunya/ linkteki şekilde savunmuş.

İşin ilginci ABD kamuoyunda buna benzer bir kaç kelam edildiği gözüme çarpmıştı. En tuhafı da facebokta ekli bir arkadaşımın paylaştığı videoydu. Videodaki asker arkadaşı, içerik işkence görüntüleri, bu arkadaşın arkadaşı kendisi ilk postta Iraktaki pislik teröristlerle nasıl eğlendiğimizi görün temalı bir yazı yazmış.

Hadi Amerikanın insan hakları sicili temiz değil, askerlerin bu tarz hareketlerde bulunmaları da anormal değil. Ama normal olmayan bunların bu kadar rahat sızması, bu kadar rahat yapılması. Sızması normal değil zira işgal bitti bile, psikolojik harekata gerek yok.  Bu kadar rahat şekilde feysbuk gibi yerde askeriyeyi ilgilendiren bir konunun paylaşılabilmesi ise en boktan orduda bile kabul edilemez.

Yani özetle oraya giden askerlerin hem hareketleri hem de bu kadar disiplinsiz emir-komutadan kopuk olmaları alıntsını verdiğim iddiayı gözümde mantıklı hale getirdi zaman içinde. Bu Ebu Garip olayından sonra bir senatör-demokrattı sanırım- "Bu kadın ait olduğu yerde hapishanede olmalı" demişti. Konteksin kalanını hatırlamıyorum ama o an ne güzel adalet istiyor diye geçirmiştim aklımdan ama şu an acaba başka bir şey mi demek istemişti demeden edemiyorum.Bunlara ilave olarak Irak'taki bazı yerlerin kontrolünün "özel güvenlik" güçleri ve onların paralı askerlerinde olduğunu göz önüne alınca bir acaba demeden edemiyorum.

Hala şaibeli bir iddia olsa da itiraf etmem gerekir ki gün geçtikçe gerçekliği artıyor


ebu garip işkence görüntüleri

26 Ocak 2012 Perşembe

Kızların Ağzının İçine Bakması

13:31
   Öyle uzanmışım 3 hatun da eğilmiş bakıyor. Arkadaş ne kadar irrite edici bir durummuş bu yaf. amcalara çükümü göstermekten betermiş. Bi de dikaktli bakıyorlar, burun kılarlı sümüğü geç ağzım açı boğaza kadar görüyorlar. Sigara mı içtim ne yedim her şey meydanda, hani göster deseler daha iyi. Koltukta nasıl huzursuz odluysam nrmalde bana bakan öğrenci açıklama yapmak zorunda kaldı. Zaten yemişim iğneleri 10 tane gerginim bekletiyorlar röntgen bulamamışlar bi de bu gtmiş yandaki arkadaşlarını çağırmış kobay gibi inceliyorlar. Geçri onlar da haklı normalde diş hekimleri yapmıyor bunu tecrübe niyetine baksınlar demiştir.

  Mecazdaki manadan da rahatsız oluyordum da gerçeği çok dha betermiş, başlığa kanıp gelenler gidebilir bu bir hastane öyküsüdür. Sinüs boşluğumda kist var 3 aydır çağaya gdii geliyorum alınacak soran olursa operasyonla. Bunlar4 kişilik ekip kkurmuşlar, benle ilgilenen ekipte çömez dedikleri Sema var 3. sınıf öğrencisi sanırım, bi kız daha var adını bilmiyorum 4. sınıf, 5. sınıf tecrübeli asistan var Mustafa, bi de son gitiğimde yeni birini gördüm sanırım o da son sınıf. Bi de arada bi gelen yaşlı prof var. Normal şartlarda profun sık gelmesini istemem gerekir ama adam Tayyipten beter ağzım hakkında çılgın projeleri var. Bi kez baktı sınava çekti Semayı, ağzıma köprüyü kurdu gitti, tekrar gelirse neler yapar Allah bilir.

 Bu arada doktorum eğer varsa tabi, adını bilmiyorum kendisiyle müşerref olmadım. Her şey ön dişlerime dolgu için gittiğim doktorda başladı. Damak şişlik görünce röntgen istedi. Onn cerrahı varmış ona gösterdi, kit olduğuna hükemdip beni İÜ diş hekimliğine yönlendirdi. Aynı yerden daha önce operasyon geçirmeme rağmen ben de mal gibi dişş hekimliğine gittim kbb veya cerrahi yerine. Her neyse bunar kendi dişçim için çektirdiğim röntegenin cdsini aybettiler, bi tane ufak röntgenle düne kadar idare ettiydik. Sürekli kontrol bişiler çıkıyor, biyopsi alındı dren takıldı. Mustafa sağ olsun çıkarıtken deliği kapatmamış, Semanın yalancısyım, 2 aydır ağzıma sıvısı akıyor. ' seferdir de ameliyat olcam diye gidiyorum, bir kaç kişiye sordum biyopsi sonuçlarını takip gerektir dediler, bir an öcne aldır dediler de nerde.

Dün gittik işte bu kez kağıtta op yazıyor yani geçen seferki gibi kontrol değil. İğneyi vurdular ben bekliyorum bunlar röntgen arıyor. Ben anladım el amhkum çektirtecekler. Operasyonu benim ekipteki ustafa değil Gökhan diye başka bi asistan yapıcakmış. Adam haklı olarak ben buna bakarak nasıl açayım dedi. Daha önce olduğumda tmografi filan çekilmişti bırqk röntgeni. Aklımdan geçmişti çektirecektim burda ama işte tam neresini olduğunu doktorun demesi lazım. Her neyse git röntgen çektir dediler güç bela çektirdim. Isırmam gerekiyor ama anestezi var hissetmiyorum, kadın dövecekti az daha. Neyse Gökhan baktı biraz büyükeçymiş sanırım gözü korktu bi de daha net görmek için tomografi istedi. Önümüzdeki aya kaldı iş  tabi artık o da kısmet, hem kontrol hem ameliyat demişler.


Tomografi için civarda bir yer söyledi. Onlarla antlaşmaları varmış, nasıl bir antlaşma düşünmek istemiyorum ama hafiften pis bi koku gelmedi değil burnuma. Neyse gittik verdim kağıdı ne adar dedim normalde 200 dedi, çapaya 150 dedi. Vazgeçicem başka yerdekaça bilemedim. Mecburen çektirdim, neticede bunlar direkt doktora yolluyormuş. Ben gidene kadar baksınlar da bu sefer ameliyatı olabileyim dedim. VPr mi ne, yeni nesil tomografi böyle bir acaipmiş. gözlerini kapa kıpırdama fotoğrafcıdan beterler b röntgenciler. eskiden en azından kafanı elelyerek düzeltmezlerdi. Hayır bi de elien bir şey de vermiyorlar artık. Eskiden en azından filmine bakardın, işin bitince de güneşe bakmak vs için kullanırdın. Artık direkt cdye yazıyorlar ne bakabiliyorsn ne bişi yapabiliyorsun. Bari cd rewriteable olsa,işin bitince üstüne bişiler çekersin o da yok normal kıçı kırık bi cd. Millet 200 liraya kısa film çekiyor lan , resmen soyuyorlar. Ayrıca koskoca çapada needn o aletten yok orası da var. İStanbulun 3te birine burası balkıyor yaf, hepi topu 3 te tane devlet hastanesi var, asıl yığılma bunlarda oluyor.

Her neyse, ilk gittiğimde köprü çıktı, 3. seferde bi çürğüm ve kanalt edavisi dediler. Son seferde çürükler ve kanal tedavisi ikiye çıktı. Az daha git gel yaparsam komple damak yapıcaklar sanırım. Semayla da yüzük takarız, bi o muhatap oluyor sağ olsun. Baya bi yakınlaştık , iyi  kız ama ilgileniyor cepp numarasını bile vercekti de biraz savsaklıyorlar yoğunluktan dolayı sanırım. Hani ben de öğrenci olduğumdan hevesleri kırılmasın diye başka bölüme de geçemiyorum. Kist ameliyatı filan fazla gelemz önlerine, kobay bulmuşlar o kadar git gel yaptım bari ameliyatı da görsünler dedim. Ama cidden 3 tane karşı cins ağzının içnii inceleyince feci rahatsız oluyormuşsun. neyse işte böyle

Beyin ve Bilgisayar part 5

09:31

 ön not:  Yazıya başlamadan önce linkki metinlere göz atın yarıdan sonrasında onlar üzerinden gidilecek biraz. link 1    link 2
                                            Metin ve Kompozisyon


Bir önceki yazımda dilden bahsetmiştim, kelimelerden sonra bunların yan yana gelişi, konteks de önemlidir.  Her ne kadar gelişigüzel seçiyormuş gibi gözükse de hem konuşurken hem yazarken kelimeleri bağıntılı şekilde dizeriz. Bazen bilinçsiz, gayret sarf etmeden, bazen kasıtlı olarak bunu yaparız.  Dillerin doğasında bile dizim vardır zaten, özne tümleç yüklem, dili öğrenme sürecinde bu bireylere verilir. Buna ilave olarak sıfatların sırası vs gibi detaylarda vardır.
Dili bilinçli kullanan bireyler vurgu ve tonlamaya da dikkat ederler. Buradaki esas nokta “niçin konuşur veya yazarızdır” Buna verilebilecek birden fazla cevap var ama ekseriyetle karşımızdakine bir şeyler aktarabilmek içindir. Yani bir muhatap olmadan bir erek olmadan konuşma veya yazma eylemi gerçekleşmez.
İş bu sebepten ortalama zeka ve üzerindeki özneler konuşur veya yazarken hedef kitleye göre dil ve dizim seçer, ona göre düzenlerler.  Bu yazıyı okuyan çoğu kişi 7 yaşında bir çocuğa gidipte “ya işte Kaan, 18. Yy.da evangelistler… “ diye bir cümle kurmaz.  O yaşta bir çocuğun anlamayacağı şeylerden bahsetmezler. İnsanlar bu ayarlamada tabii ki kendini baz alır. Lakin hiç ayarlama olmasa bile yaşa göre farklılık gösterir konuşma veya yazma. Aslında farklılık göstermelidir de zira hem toplum hem de bireyi eğitenler yetişkin aklıselim insanlardan bu davranışı beklerler.  Tabii bunla çelişen başka bir toplumsal beklenti vardır, yetişkin insanlarla konuşurken tutarlı davranıp konuşmak.
Her neyse konumuza geri dönersek metin, bir amcanın dediği gibi teori gibi metin de “for someone for some purpose”(bir amaç ve bir kitle içindir). En azından çoğu insan böyle düşünür ve böyle olduğunu kabul eder. Ben bu metini yazarken herhangibir amaç gütmemiş, kitle belirlememiş olsam bile, bu cümleyle belirtmeme rağmen, okuyan sizler bir amacı olduğunu birilerine bir şeye ikna etmek için yazıldığını düşüneceksiniz.  Diğer bir deyişle beklenti gerçeklik etkileşimi olacak. 
Mevcut hükümet ilköğretime seçmeli ders olarak "Medya yorumlama" dersi koymuş, içeriğini bilmiyorum ama girişim olarak gerekli bulduğum bir olay.  Hem ülkede hem de dünya çapında kurgu ile gerçek arasındaki ayrımı net yapamayan insanlar mevcut.  Gerçi teknik olarak yazılı veya görsel tüm eserler son tahlilde kurgudur, gerçeği asla birebir yansıtamaz ama salt kurgu ile gerçeklik içeren samimi düşüncelerin ayrımını biraz yapmakta fayda var. Misal Ekşici bir arkadaşın başını hayli ağrıtan "contorium" videosu. Daha ilk sahnede trollük olduğunu kavrasam bile inatla gerçek olduğunu savunan insanlarla karşılaşmadım değil. Stv gibi kanalardaki canlandırmaları gerçek olay addeden insanlar da var.

Bence buna yol açan etmen beynin "fuzzy logic"-blanık mantık mekanizmasıdır. Bir olguyla karşılaştığımızda karar vermek veya yorum yapmak kısacası konşarak veya yazarak tepki verme durumlarında dilin doğası gereği kesinliğe yakın konuşup yazarız. Ama eldeki veriler her zaman yetersizdir, yani bilgi eksikliği vardır. Bu seride bazılardan bahsettim zaten, eksik bilgiyle çıkarım yapılınca kurgu kişini gerçekliğine dönüşebiliyor zaten dış gerçeklik ile insanların kişiesel gerçeklikleri arasında hayli uçurum mevcutur, biz inanmak istediğimize inanma eğilimindeyiz insanoğlu olarak. Yani gerçeklikle baş etme yolu olarak kendini kandırma sıkca başvurulan bir metottur.

Gelelim esas meseleye bir metin veya eserin okur-seyircide gerçekmiş gibi algılanması nasıl sağlanır, diğer bir deyişle ne yapılırsa izleyen veya okuyan metin/eseri gerçek addeder? esas sorum bu.
Baştaki nota dikkat etmeyenler için tekrardan link 1  link 2 
Başlamadan önce  bu yazıların ikisi de tamamen kurgudur gerçeklikten beslenmelerine rağmen yazarı olan benle pek alakaları yok, deneysel amaçlı yazmıştım.  İlki Noam Chomsky ikincisi Üstün dökmene aitmiş gibi kaleme alındı.  
Her neyse, İlk metinde siyasal görüşe bağlı olarak tavır alındı, zaten siyasi bir olay ekseriyetle gerçeğe fazla yaklaşmaz o yüzden okurların %75i gerçek kabul etti, yazarı önemsemeden 2.metinde bu roan %40a düştü, %30u da yazar bağlı dedi ankete katılanların. Yani özetle ortalama olarak ankete katılanların %70i bu ik metinin de gerçek olduğuna hükmettiler. Anket sorusu" bu yazılar gerçek mi kurgu muydu".
Eğer gerçeklikten beslenir ve iyi kurgulanırsa bir eser okurun gerçekliği olabilir. Metin olarak baktığımızda lisans eğitimim esnasında makale yazmada bize verilen akademik tüyoları paylaşıcam. akademik makaleler dahil tüm metinlerde , eğer alıntı yapılmışsa çoğu insan araştırma gereği duymadan yazıya inanma eğilimi gösterir. Araştırmalarla sabit olmak üzere bi metinde rakamsal ifadeler (yüzdelik dilim, tam tarih vs) yazıdan farklı olduğu için önce fark edilir ve bu ifadeler okur acısından metnin gerçekçiliğini arttırır.  Eğer birinin ismi verilip olay detaylı anlatılırsa ve olay kurgusu da gerçeğe yakınsa insanlar o metni gerçek olarak algılar. Cümleelri kişisel ifadelerden arındırmak, ciddiyeti olan kelime seçimleri metni gerçekmiş gibi algılatır.

Buradan anlayacağınız üzere metnin olay kurgusu da öne arzediyor. İnsaların genelinin bildiği fiziksel toplumsal gerçekelre aykırı olmayan okurun zihnindeki bilgilere ket vurmayacak kurgular daha gerçekçi bulunur. Zira okur bunu bildiği şeylerle besleyerek okuyacaktır uyum varsa gerçek aykırılık varsa yalan olduğuna hükmetmesi muhtemeldir. Yazıda anlatılanlara duygusal bağ da metnin gerçekçiliğini etkiler. Rus toplumcu-gerçekçi yazarlar bizim ülkede çoğu insan tarafından sıkıcı bulunur, ait oldukları akıma rağmen gerçekçi bulunmayabilirler ama benzer coğrafyalarda yaşamış, anlatılana duygusal bağı bulunanlar misal rta asya veya rusyada yaşayanlar veya dönee ait bilgisi olanlar tarafından gayet akıcı ve gerçekçi bulunur.

Bir diğer unsur da piyasaya çıktı, hedef kitle. Eğer yazar hedef kitle belirleyip ona göre yazdıysa metnin gerçekçi bulunması daha muhtemeldir. Misal akademik bir makale yazıyorsan okuyacak olan akademsiyendir. Yani hedef kitlen nettir neye dikkat edeceğini bilip ona göre kugularsın metni.  Şablonun bellidir.  Böyle bir durumda kesinlikle gerçekliği taklit edebilirsiniz. Yani okuyan akademisyeni kandırabilirsiniz. Geçenlerde yurtdışında tanınmış bir psikayatır makalelerindeki deneylerin kurgu olduğunu gerçekte böyle deneylerin olmadığını itiraf etmişti. 10 senedir makaleleri inceleyen kurulları atlatmış adam. Sosyal bilimlerde çok zor bir şey değil neticede zaten net bir görüş yok. Hocalarımdan okuyan olmaz herhalde diyerekten, akademik bir makalede mutlaka bulunmaı gerken tekst içi makalelerde ben de biraz kolayına kaçardım.  Alıntıların yer aldığı siteler olurdu oradan uygun bir alıntıyı alır makaleme koyardım,  kötü bir şey sayılmaz ama okuyan akademisyenin senin alıntıladığın metni okuduğunu sanarsa kandırmaya girebiliyor. İlave olarak böyle bir davranış alıntısı yapılan insna da biraz haksızlık oluyor zira adam metnin kalanında tersini savunmuş olabilir. Alıntı mecburiyetinden dolayı bazen mecbur kalıyordum vakti yetmeyince ama benden biraz daha beterleri vardı, alıntı sitesine girip inceleme bile yapmadan uygun alıntıyı uyduran öğrenciler tanıdım. Yani demem o ki eğer birini ikna etmek istiyorsan ve bu biri hakkında kafi bilgiye sahipsen en çok okunan yazar olabilirsin. Bunun en güzel örneği Yılmaz özdil'dir. Adamın kitlesi bellidir, bunların eğilimlerini bilir, hayat görüşü-yada at gözülüğü- nettir. Tarzı şablonu da belli o yüzde sevmeyeni kadar okuyanı da çoktur. Tabi bir diğer sebep dlinin yalın olması moronun az üstü zekaya sahip insan bile anlayabilir. İnsanlar anlayamadıkları  yazıları kurgu veya yalan olarak alabiliyorlar. Sanırım egoyla alakalı bir durum.

Gelelim işin kompozisyon kısmına, kompozisyon deyince çoğu insanın aklına lisede yazdığı zoraki yazılar geliyor olsa da ben biraz daha geniş anlamda görsel sanatlara yönelik olarak kompozisyondan bahsedeceğim. Görsel sanatlarda olay metin ve yazılardan biraz daha farklıdır zira bunlarda-sanatçının görüşüne göre biraz değişmekle beraber- amaç izleyene izlediğini veya görüdğünün gerçek olduğunu hissettirmektir. Diğer bir deyişle görsel ve işitsel öğelerden yararlanarak gerçekliği yeniden yaratmak izleyeni inandırmaktır zaten amaç. Belgesel gibi türler yada gerçekliği sürreal yansıtmak isteyen sanatçılar gibi istisnaların dışında amaç budur. İzleyenin bunun kurgu olduğu bildiği varsayılır. Bazı filmlerden önden metin olarak geçer bu film gerçek olaylardan esinlenilmiştir tarzı yazılar hatta dikkat ettiyseniz.

Çok sanatsever entellektüel birikimi olan biri değilimdir ama izleyici olarak ilgiliyiz herkes kadar belki az biraz daha fazla. Eleştirmenlik haddim değil ama  konuya dair olduğundan biraz bahsetmek durmundayım. Algılarımız dışa dönüktür içe dönük değil, dış dünyayı da kompozisyon olarak alırız, belirli öğeleri belirli dizimleri daha net algılarız daha net bir ifadeyle duyulanımdan sonrasında gelen veri ve bilgileri çerçeveye oturturuz algılarken. Beyni de bu şekilde işleyen sanatçıların eserlerini oluşturuken önce kafalarında çerceveye oturdum belirli bir biçimsellik ve düzenle sunmaları gayet doğaldır. Sanat zten doğası gereği subjektiftir, sanatçının kafasındaki çerçeveye göre gerçekliği veya dış dünyayı anlatır. Sanatçının kendi qualiasıdır eserde yansıttığı.

Yine de bazı eserler çoğu insanın gerçekliğine yakınken bazıları biraz daha uzaktır. Anlaşılma kaygısı gütmeyen, izleyeni zorlamak isteyen veya algısı gayet karışık sanatçılar vardır. Sanatın soyut yanına ağırlık verirler, kompozisyon yine de mevcuttur ama herkese açık değildir alt yapı ister. Sinemada David lynch veya  resimde kübist ressamlar gibi. Bazıları bunu kasti yapar, bazılarının algısı normal insanınkinden farklıdır. Bunlara ilave olarak bir de şiir var şiir tamamen algıyı karşıya bırakır, gerçekliği yüksek oranda es geçip sembolizme bolca başvurur. Şahsen bu tarz yapıtları anlamak bana biraz zor geldiğinden fazla ilgilenmem. Daha anlaşılır sinemaya yönelirim, şiiri pek sevmem, resim ve heykeli de fazla sevmem.

Diğerlerinden daha ilgili belki de bilgili olduğum sinemadaki kompozsiyona gelelim.  Sinemada izleyiciyi kurguya inandırmak için belirli unsurlar ön plana çıkartılır ya da geri plana alınır.  Bazı yönetmenler bununla kurgusallığına vurgu yapmayı da tercih edebiliyor. Bir filmin gerçekliği-bence-- genel olarak, mekan,oyuncuların rol yeteneği,senaryonun gerçek hayata uygunluğu, sahne geçişleri ve yönetmene bağlıdır.

Gerçek bir mekanda çekilen sahnelerin inandırıcılığı haliyle daha fazladır. Görsel efektlerle çekildiği aşikar olan stüdyo ürünü Hollywood sahnelerine, teknik ne kadar iyi olursa olsun, izleyici pek inanmaz. Zaten bu tarz sahneler oldukça abartılıdır.  Oyuncuların rol yeteneği izleyici ikna etmekte etkilidir. Johnny Depp, Rahmetli Kemal Sunal, Bruce Willis, Mila javovich gibi sanatçılar izleyenin dikkatini olaydan ziyade kendielri üzerine çekerler. Olay absürt olsa bile izleyici olarak gerçekmiş gibi gelir bizlere, odak noktamız sanatçı olduğu için. Bir oyuncunun rol kabiliyeti yanında jest, mimik ve vücut dili daha doğrusu doğallığı izleyeni daha rahat etkilemesine imkan verir. Bu saydığım sanatçılar ya da Julia Roberts gibi aktrisler bunda oldukça başarılı.

Senaryonun hayatın içinden olması da gerçekliğe etki eder. Babam ve oğlum'un Türk sinema tarihini en tutulan filmlerinden biri olmasında etkisi büyüktür. Senaryo gayet hayatın içinden, oyuncular başarılı. Çocuğun hayal kurduğu sahneler bile gerçekmiş gibi algılanabiliyordu, o yaşlarda herkes hayal kurar. İnsanların şhait olduğu anımsadığı herkesin başına gelebilen olayları işleyen senaryoların hasılatı da sevilme oranı da fazla olur.

Sahne geçişleri ve yönetmen etkisine gelirsem, sahnelerin ardıllığı gerçeklik algısına etki eder. Misal yıl geçişleri, bazıları bunu yazıyla verse de yazı yazmadan vermek gerçekliği arttırır. Murathan Munganın "kullanılmış biletler" kitabına başvurucam biraz. Şahsen tespitlerine katılyorum, yıl geçişlerinde bahçede 4 mevsim veya ayna karşısında yaşlanma gibi sembolik öğeler gayet gereken etkiyi yaratıyor, yazıda sorun yok hani ama "5 yıl sonra" yazısını görünce seyircinin gerçekliği sekteye uğruyor, bunun film olduğu kafasına dank ediyor. Bunların dışında arabayla giderken mevsimlerin içinden geçmek, bir nevi mevsimler tüneli de kullanılıyor sinemada.  Sahne geçişlerinde mekanın ardıllığı da önemli. Şehir göbeğindeki bir sahnede yürüyen bri adam bir sonraki sahnede kırda bayırda belirirse gerçeklikte biraz kırılma oluyor haliyle. Gelgelim bazı yönetmenler bu sahne geçişlerini kurgusallığa vurgu olarak kullanabiliyor. "paramparça aşklar köpeklerde,David Lynch'in bazı filmlerinde, geçen izlediğim Bunraku filminde veya Dogville filminde olduğu gibi. Bu tarz filmelrde sahne geçişleri ya başka kişinin hayat hikayesine geçiş veya tamamen alakasız bir sahneye geçiş veya karikatürize edilerek geçiş yapılarak izlediğimiz filmin kurgusallığını vurgulama yoluna gidiyor. Son dönemin popüler dizisi "Leyla ile mecnun"da da gayet doğal akış giderken oyuncun gerçekliğe dönmesi, mantıksızlığı yakalaması da benzer etki yapıyor.

Evet artistiğimi bitirdikten sonra biraz da gerçek hayatta kompozisyona gelelim. Kesin cümleler kurmak yargı, kanaat belirtmek dilelrin doğasında var.Olasılıklardan kesin oamyan şeylerden bahsetitğimiz durumlarda bile kesin ve gerçekmiş gibi konuşur, yazarız. Ama şöyle bir şey var ki asla gerçekliği tam olarak olduğu gibi alıp karşımızdakine aktaramayız. Duyu organlarımız ve algılama sürelerinde bozulmaya uğrar. Bu druum iletişimi güçleştirir. X olayını izleyen biri olanı birinci olarak tam olarak hakim her yönüyle görüp duyamaz tamamen algılayamaz bu yüzden. İkinci olarak bunu anlarken kendi deneyimelri ve bildikleriyle örtüştürerek mantık çercevesine oturtmaya nedensellik bağı kurmaya çalışır. Bu bağlar olayın gerçek kurgusuna ve nedenselliğine eşit olamaz zira aynı hayatları yaşamamışlardır.  Olayı Y'ye aktarırken gerçekliği ilk deneyimlediği andaki haliyle değil kurduğu çerceveye göre anlatır. 2. kısmı Y'de yapar, Y'nin algıladığı durumla, geçrekte olan durum arasında hayli fark oluşur. Dedikodu olgusna yol açan silsile buna benzer şeylerdir. Olanı anlatamayız genel olarak olaydan ne anladığımızı anlatırız. Fenomeni tamamen olduğu gibi algılamamız zordur.

Bunun dışında olasılık belirten, varsayımsal cümlelere karşı insanların genelinde bir negatif tutum vardır. Bunu deneyebilirsiniz etrafınızda konuşur veya yzarken. Varsayalım, de ki gibi hipotetik cümleleri ya okumaz/dinlemezler, yada kaale almazlar fazla. İnsan zihni eksik bilgilyle de olsa kesinlik ister. Dilimizde kesnlik vardır. Yüklem, yargı belriten kelime- hemen her dilde her cümlede bulunur ve cümledeki en önemli öğedir. Dilin gerçekliği algılamadaki yetersizliği, eksik bilgi, kısıtlı duyu organları, karşıdakini ikna etme etkileme arzusu neticesinde konuşmalar veya yazılar her zaman bahsedilen şeylerin gerçekliğien tam yaklaşamıyor. Her ne kadar yazıda 3.tekilin soğukluğuna sığınıp metni objektif gibi göstermek olanak dahilinde olsa da o kelimeelrin cümellerin dizen mekanizmadaki "benliği" etkisi kılmak, tam gözlemci statüsü kurarak yaşantıdan bğaımsız boşlukta uzey-mekan ilişkisini kırarak olaylara veya fenomenlere yaklaşmak oldukça güç. Kaldı ki günümüzde biliyoruz ki atom altı düzeyde çok çok daha farklı gerçekleşiyor olaylar, eğer atom altının makro dünyaya etkisi varsa, ki mantık olarak var olması gerekir, greçekliği bütünsel kapsamlı b,ir şekilde anlamak ve anlatmanın ne kadar güç olduğu daha net anlaşılır.

hamiş: ilk metnin anketine 8 diğerininkne 10 işi katıldı, yani genellemedir ama az denek olması daha iyi.
hamiş 2: her ne kadar kesin dil kullansam da sizleri ikna etmek veya bunun objektif gerçeklik olduğu iddiasında değilim, benim gerçekliğim bnim penceremden gözükenler. Gerçeklikle örtüştüğü veya ayrıştığı yerler vardır sizin gerçekliğinizle de farklı olabilir en nihayetinde bir yazı.



25 Ocak 2012 Çarşamba

Amerikan Dış Politikasında Türkiye ve Kürtler

18:53
Türkiye ABD ilişkileri Nixon zamanından beri ivmelenerek artıyor. Türkiye ABD'nin iyi devletler listesinde uzun zamandır. Güney amerikadaki iyi devletler gibi onu da çıkarları gereği kolluyor. Arka bahçesinde olmadığından yaramazlıklarına fazla ses edemiyor ama oradaki üslerinden vazgecemeyeceğinden ilişkiler gerilse bile kopma noktasına gelmez. 
ABD hem ortadoğuda hem doğu akdenizde gücünü devam ettirmek, Rusya ve Kafkaslara uzanabilmek için türkiyeyi elde tutmaya özen gösteriyor. Özellikle diğer Yavru ülkesi iyi çocuk İsraille iyi ilişkilerinden dolayı İsrail'i yalnız bırakmamak adına Türkiyeye pozitif ayrımcılık uyguluyor. Diğer iyi çocuklara yaptığı gibi. Clinton'u hatırlayın 99 depreminde hemen Türkiye'yi ziyaret etmişti. üst düzey ziyaretler açısından Avrupa ülkeleri ile eş seviyede.  Türkiye'nin İran ile ilişkileri ve ABD'nin belirlediği rolden dışarı çıkması biraz sorun olsa da aba altından sopa göstererek hizaya koymasını biliyorlar. 
Texaslı Cumhuriyetçi senatör Tommy Lahora'nın dediği gibi "24 nisan tarihini zikretmek bile kafi". ABD her yıl aynı tiyatroyu oynuyor Türkiye ile, ermeni lobileri de farkına varmalı artık.  Amerikalı yetkililert asarıyı geçiririz diyor sonra çark ediyor. Türkiye geçecekti biz engel olduk diyor, iki ülkenin de kamuoyu uyutuluyor.
ABD'nin bir diğer sopası Bölgedeki Kürtler. ABD IraK'a yerleştiğinden beri Kürtleri hafif kayırmaya başladı.Demokrasi götürülüp parçalanmış Irak'tan en fazla payı onlar aldılar. Kürtlerin bir kısmının zamanında suya düşmüş rahmetli başkan Wilson'un "ulusların kaderini tayin hakkı" hayalini paylaştığını bildiklerinden Irak'ta o kozu oynayarak petrolleri ellerinde tuttular. Kürtleri ileride kullanmak üzere hazır tutuyorlar. Bir yandan silahlar kaybolup peşmergelere ve PKK'ya gidiyor diğer yandan Türkiye'ye.
İki tarafa da ses etmiyor aslında, oranın karışık olması biraz da işine geliyor. 74'te olduğu gibi başına buyruk hareket etmesini istemiyor. Türkiye AB ilişkilerinde de bu var aslında. Evet ABD Avrupalı politikacı ve bürokratlara "Türkiye'yi üyeliğe kabul edin" baskısı yapıyor ama pekala onlar da ABD'den gelen her baskının bu süreçte ters etki yapacağını biliyor. Görünürde ABD destekliyor ama işin içinde olan herkes ABD'nin sürece gerçekten destek vermek istiyorsa bu işe karışmaması gerektiğini biliyor. AB'li Eurokratların Amerikan dış politikasının eline verdiği güzel kozlardan biri bu da. 
Sözün özü Türkiye'yi fazla rahatsız etmeden ikili oynamaya çalışıyor ABD yönetimi. Bush zamanında yükselen anti-amerikancı akımın gazı, güvercin kanattan zenci başkan Obama başa getirilerek alındı. Ama Obama'nın dış politikada söylemsel yumuşama dışında herhangibir değişiklik getirdiğini söylemek zor. Zaten içerideki Wall street krizi ve ABD ekonomisindeki sorunlarla meşgul. Dışarıya bakamıyoruz bahanesi var. Türkiye ile İsrail arasındaki krizi bile fazla önemsemediler. Kuzey Irakta federal yapıya aslında Irak halkının desteği %30larda-kanadalı FPA kurumu P&g , 2000) olmasına rağmen göz yumdu mesela.
Pek çoğunun aklına Arap baharı ardından krizden sonra yeni bri savaş geliyır, yine Amerikan dışişlerine yakınlığıyla bilinen  Senatör Mccarthy "İran haddini aşıyor" söylemini zikretmesi yakın geçmişte Amerikan kamuoyunca özellikle dışişlerine yakın gazete ve tvlerce bolca  şişirildi. Ama şimdilik bir şey olmaz gibi gözüküyor henüz taşlar yerine oturmadı. Burada  Amerikallıların sorması gereken soru, libyaya  nato müdahele ederken Suriye konusunda neden medyada tek satır yazı çıkmıyor.?
Sorunun cevabı aslında basit, Hafız ESad zamanında Suriye ABD'nin kara listesindeydi. Ama Beşar zamanında Şam-Ankara eksenindeki yakınlaşmadan dolayı Suriye'deki dikta bir anda iyi diktatörlüğe terfi etti. Güney Amerika'da da benzer şeyler olmuştu biz şaşırmadık. Amerikan medyası da şaşırtmadı. Baba ve oğul bush döneminde edilmedik laf bırakılmadı Suriye hakkında bir kaç sütun hariç haber çıkmıyor artık nedense.

Kanserle Kavgam

18:50
Kaynanası ile kavga etmişti, moral çok bozuktu. Eşi de annesinin tarafını tutmuştu, çok şey değildi ki istediği alt tarafı mobilya ama yok anlamazlar. Patronu da terfi ettirmemişti zaten her şey üst üste geliyordu. Gerçi bankacılığı pek sevdiği söylenemezdi zaten ama yine de iyi para kazanıyordu, ah bir de istediği gibi harcayabilseydi. Erkekler neden hep son sözü söylemek zorundadır ki? Boşanmak istese arada çocuklar. O arada bir dilenci gördü,"hayat bunlara güzel valla" dedi içinden, çalışmak yok cabalamak yok. Hep derler bunların katları oluyor diye böyle biriktire biriktire acaba gerçek mi diye düşündü bir an ama sonra saçma buldu zaten bir sürü derdi vardı.

Böyle düşüne düşüne giderken arkadaşıyla buluşacağı kafenin önüne geldiğini fark etti az daha geçiyormuş önünden. Eşiyle kavga edince liseden yakın arkadaşı Şükran'ı aramıştı, gel dertleşelim diye. Bir yıla yakın süredir görüşmüyorlardı. Kafeden içeri girer girmez, Şükran yerinden fırladı, etraftan gelen kınayan bakışlara aldırmadan kucaklayıverdi. En son gördüğünde böyle değildi aslında, şaşırmadan edemedi. Şükran şaşkınlığını fark ettiyse bile bir şey demedi. Direkt konuya girdi;
-Hayırdır canım , diğeri ne halde?
Eskiden bunu da yapmazdı hep öyle çat diye mevzuya girmezdi ama belki de en iyisi diye düşündü.
-Hiç sorma bir mobilya yüzünden yemediğim laf kalmadı. Anası dolduruyor billiyorum ama o da gelmesin gaza değil mi canım. Hem boş ver seni, değişmişsin ışıl ışıl gördüm , sen anlat bakayım aşk mı var hem kafam dağılsın. Bir senedir nerelerdesin, naptın?
-Valla Semracım öncelikle bir senedir arayıp sormadığım için özür dilerim. Geçen kasımda rahatsızlandım, 10 aya yakın hastanelerde gezdim. 2 ay oluyor iyileşeli ama hala müşahade altındayım aslında. 
-Hadi canım, geçmiş olsun kuzum neyin vardı?
-Karaciğer kanseri
-Valla ne diyeceğimi bilemedim ucuz atlatmışsın, iyi doktora denk gelmişsin geçen benim eşimin teyzesi vefat etti kanserden kurtulamadı.
-Bir bakıma haklısın o doktora gitmem isabet oldu.
-Sen şunu bir baştan anlatsana var dilinin altında bir bakla.
-  Tamam  zaman ilk hastaneye gidişimden başlayayım. Biliyordun eşim vefat etti, haliyle acı ahebri paylaşıcak kimsem yok zaten paylaşasım da yoktu. Doktor tedavileri filan anlattı ama kafa sallamak dışında bir şey yapamadım. Dışarı çıktım, ilk bulduğum bara girdim. Viskiyi çektim önüme barmeni karışma anlamında işaret ettim 3 şişe viski bitrdim. Madem karaciğer gitmiş kim takar içkinin zararını. İlk bir ay depresyondaydım, ruh gibi gezdim dolaştım. Ardından biraz kabullenmeyene başladım ama hala intiharı düşünüyordum ciddi ciddi. Bir kez denedim bile biliyor musun ama son anda engel oldum kendime. Ağrılar başladı 2. aydan itibaren.  Dayanılır gibi değildii bazen, doktoru daha dikkatli dinlemeye karar verdim.3. ayımda seans bitişi 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğuna gözüm ilişti, önündeki peçeye rağmen güldüğü anlaşılıyordu. Hiç içimden gelmese de gülümsemek için kendimi zorladım.  El salladı, ben de salladım ama konuşma isterse diye  kapıdan dışarı atmayı da ihmal etmedim tabii. Hala moral olarak kötüydüm. Doktorum moralini yüksek tut diyordu , demesi kolay tabi çekmeyene. Evde yalnızım, duvarlar üstüme geliyor. Dışarda herkes benden kaçıyormuş gibi geliyordu, bir de elin velediyle mi uğraşıcaktım. 4-5 ay seanslarımız önlü  arkalıydı, bu çocuk hep gülümsedi ben de hep karşılık verdim hatta bir kaç kez havadan sudan konuştuk bile. İkimizde rahatsızlığımız söylememeye gayret ediyorduk. Bundan 5 ay önce, çocuğu artık göremediğimi fark ettim. Bilmek istemesem bile doktoruma sormadan duramadım. 
-Doktor bey, benden sonra kemoterapiye giren bir çocuk vardı,  o neden gelmiyor artık? 
Doktorun iç çekişi ve vücud dilinden anlamıştım cevabın ne olduğunu aslında, yine de bekledim cevap vermesini.
-Geçen ay vefat etti karnesini aldıktan bir ay sonra, keşke dedesine üniversite diploması için söz verseymiş.
-Anlamadım.
-Pardon sizi bir kaç kez konuşurken görmüştüm bildiğinizi varsaydım. Bu çocuk bize 11 yaşında geldi. İlik kanseri olarak başlamıştı ama sonradan kanser vücuduna yayıldı. Bize geldiğinde senesini bulmaz demiştik hepimizi yanıltıp 3 sene dayanmayı başardı. Kemoterapi dışında alternatif tedavilerde denememizi kabul etti. Ona bu tedavileri ve tehlikeleri anlattığımda değme delikanlıyı utandıracak bir edayla, "dedeme söz verdim, erkek adam sözünden dönmez" dedi.  İlk öğretimi dereceyle bitireceğine dair söz vermiş dedesine. 2.likle bitirmiş okulu, karnesini aldıktan  1 ay sonra da vefat etti. Belki düz mantık diyeeksiniz ama ben hala keşke üniversite diploması için söz verseymiş diyorum. Belki hastalığı atlatıcak akdar uzun süre yaşayabilirdi o inançla. Durumu iyiye gitmeye başlamıştı.
Gözlerim dolmuştu güçlükle teşekkür edebildim, tam çıkarken alternatif tedaviler geldi aklıma dönüp sorudm anlattı. Dışarı çıktım üstüme bir kararlılık gelmişti. El kadar çocuk bana hayatımın dersini vermişti. Onun kanseri daha ileriydi üstelik. Salonda ekseriyetle oturduğu yere bakıp gülümsedim el salladım. Orta yaşlı bir kadın oturuyordu şaşırdı etrafına bakındı acaba bana mı diye , kendi halimde olduğuma hükmedip görmezden geldi.  Eve gittim, ertesi gün holdinge gidip istifamı verdim.
-Naptın naptın?
-İstifa ettim hç bakma öyle, ben de en az senin kadar işimden nefret ediyordum, ahşap atolyesi açtım birikmiş paramla , önümüzdeki ay ilk sergim var beklerim.
-Çocuğa üzüldüm doktorun dediğine inanıyor musun, yani üniversite için söz verse yaşar mıydı sence? neticede o 3 yıl şansa dayanmışta olabilir.
-İnanç ve hedef olmadan hayattan beklentin olmazsa hayat sana hoş davranmıyor. İnanıcak bir şeylerin olmalı ki hayat dalga dalga üstüne geldiğinde dik durabilesin. Etrafındaki her şey yıkılmaya başladığında tutunacak dalın olsun. Gülümsemek mutlu olmak için kafidir Semracım. Bence sen de ailene sarıl sıkma canını su akar yolunu bulur. Rıfat da pişman olmuştur
-Ha kim,  ya ben onu unuttum bile benimki de dertmiymiş, tamam gülümserim, sen harbiden istifa mı ettin?
 İşte bu anektottaki gibidir hayat .Ne beklersen hayat sana onu verir, önce hayal kurmalı sonra gerçekleştirmek için çalışmalı sonra da korumak için direnmelisin ama esiri olmadan, sahip olduklarının kölesi olmadan hayallerinde boğulmadan. Gülümsemek belki her şeyi çözmez ama pek çok şeyi kolaylaştırır.

6 Ocak 2012 Cuma

About Us

Recent

Random