Her ne kadar bu kelimeyi sevmesem de küreselleşme kelimesiyle başlamak gerekicek yazıya. Neticede dünyanın 1990dan sonra girdiği yolu ve ilişkileri anlatan başka bir kelime ortaya atan olmadı bildiğim kadarıyla. Kelimeyi hem çağrışımlarından dolayı hem de ekonomi ile alakalı olmasından dolayı sevmiyorum. Zira ben politik ve sosyal olaylardan bahsedeceğim. Uluslararası politik ekonomi bu kavrama fazla el atmış durumda değil o açıdan biraz sıkıntılı , kavram neoliberallerin tekelinde.
Gereksiz sayılabilecek açıklamadan sonra küreselleşme dedikleri olguyu dünyanın iletişim ve ulaşımda yaşanan gelişmelerden kaynaklı içiçe geçme olarak aldığımı söyleyerek yazıya başlıyorum. Bir çok çelişkiyi içinde barındıran bu kavramın tetiklediği kozmopolitlik ile yerellik arasındaki çekişmedir.
21. yyda, liberaller artık evrensel sayılacak değerlerin varlığı ve batının kültürel hegomanyası şeklinde tanımlanabilecek ortak yaşam oluştuğu iddiasındadırlar. Bazıları buna karşılık etkileşim de diyor. Misal ABD'nin burgeri her yerde ama Çin yemekleri de ABD'de gibi. Şu bir gerçek bir şirketin nerede olduğu hangi ülkenin olduğu soruları çok net yanıtlanabilen sorular değil. Uluslararası şirketler üretimi de supply chain-tedarik zinciri- denilen olguya da dağıtma eğilimindeler. Finans işleri zaten anlık hale gelmiş durumda sınır filan tanımıyorlar. ama bizim genelle işimiz yok şimdilik.
Bu küreselleşme beraberinde hem ulusların kendi içinde hem de sınırları aşan bir göç dalgası başlattı 20. yy.ın ikinci yarısından itibaren, sermayesi girişimcilik veya zekası olan adamların kuzeye, beden gücü olanların güneye yığılmasına sebep oldu. Uluslarası alanda bu durum böyleyken özellikle 2000li yıllarda çok merkezli cazibe alanları teorisi işlerlik kazandı. En basit haliyle, ülkede tek cazibe merkezi yerine değişik yerlerde 2-3 tane ticari cazibe merkezi oluşturup gelişme ve kalkınmanın buralardan dalgalar halinde yayılacağını öngören iktisatçılar var.
Toparlamak gerekirse hem yönetim hem süreci uluslararası olarak dağıtma eğilimde olan U;Şlere ilave olarak üretim veya hizmeti kentsel olarak organize etme eğilimi başladı. Türkiye'den örnek vermek gerekirse, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Gaziantep, Samsun. Buralarda hizmet sektörü belirli yerlere, fabrika tarzı üretim tesisileri ayrı yerlere veya çevre illere yayılma eğilimi gösteriyor. Buraların seçilme sebepleri hem çevre illerle temasının rahat olması hem ulaşım ve pazarlara yakınlık. Zaten bu tip örgütlenmenin öngörüsü bu cazibe merkezlerinin kendi pazarını göç yolıuyla yaratacağı yönünde.
Bugün internet veya normal medyaya şöyle bir bakarsanız bağlı olduğu ülkenin kendisinden daha çok ön plana çıkan kentler olduğunu görürsünüz. Yine çok sevmediğim markalaşma eğilimi hem ülkelerde hem de kentlerde var. Bizim başbakan çok sever bu lafı. Evet kentlerin marka değeri hem fuar hem de diğer organizasyonlar için mühimdir. FDI tipi yatırımlarda da gözönünde bulundurulur. Yani marka değeri yüksek bir kent hem yabancı müşteri çekmek hem de çeşitli yollardan yatırım çekmek için avantaj sağlar. Çok merkezli cazibe merkezi bu sayıyı arttırır. İktisatçıların ve kalkınma planları yapan bazı arkadaşların görüşleri bu yönde.
Peki bu olgu sosyalojik olarak nasıl etki yaratıyor? Yazının amacı bu. Hem Tekirdağlı olduğumdan hem de en bariz örnek olduğundan İstanbul üzerinden gidiyorum. Birincisi tarihi olan şehirler, zaten turistik değeri olduğundan bu konuda ön plana çıkarlar. İstanbul gibi ekstradan boğazın varsa zaten kaçınılmazdır. Türkiye cumhuriyeti kurulduğunda da en çok gelişen kent olması şaşırtıcı değil. 1950lerden sonra o vakte kadar dengeli dağıtılan sinai tesisler Marmara ve İstanbul'a yoğunlaştı. Ardından İstanbul ve yakınları için teşvik yasaları çıktı, Sanayi merkezi olmaya başladılar. Göç dalgası başladı ve halen devam ediyor. Yaklaşık aynı tarihlerde Batı Avrupa ülkeleri de dışardan göç kabul etmeye başladı ve trend hala devam ediyor. Sanayi merkezi olduktan sonra hem altyapı nispeten gelişir hem de ticaret canlanır. Bu da gelişmişliği arttıracağından göç olayının ivmesini arttırır. Bir yerden sonra artık istenilmese bile bunun önüne geçmek zor ki bugün o noktayı çoktan geçmiş bulunuyoruz. Daha doğrusu artık kontrollü göç isteniyor. Hem kentsel düzeyde hem de uluslararası düzeyde.
Bunlar olurken şehrin etrafındaki meralar, tarlalalar, bağ ve bahçeler yavaş yavaş ortada kaybolur. Önce hayvancılık sonra tarım piyasadan çekilir. Başlarda sanayi üretimi yüzde olarak artsa da bir süre sonr hizmet sektörü alır başını gider. Rakamsal veri bulmaya üşendim ama tahminen İstanbulda hizmet sektörü %70 civarı yer kaplıyordur. Burada şöyle bir durum var, sanayi tesisleri sadece müşteriye bağlı değildir. üretim faktörleri başka yerde ucuzladığı zaman UŞ topuklar-Bulgaristan'a kayanlar gibi- ama kent kocaman bir tüketici kitlesi olduğu için hizmet sektörü büyümeye devam eder. Yani ne kadar cazibeli olursa olsun kent bir yerden sonra üreticiden çok tüketici olur. Emlak fiyatları attığı için atölye tarzı yerler yer değiştirmek zorunda kalırlar. El sanatları filan tek tük görmeye başlanır. Bazı semtlerde küçük esnaf filan yerini ulusal veya uluslararası zincirlere bırakır filan.
Bu göçmenler nerede kalırlar? Asıl sorun aslında orada başlar. Bu tarz kentlerde emlak piyasası hareketli olur, hizmet sektöründe ilk patlamayı emlakçılar yaşar. Kent planlaması iyi olsa bile göç miktarı fazlaysa akıntıya karşı duramaz ve plansız kentleşme başlar. Metropol olan her yerde mutlaka gettolaşma görülür. Esasında günümüzdeki en büyük sosyal problem gettolaşmadır. Zira çoğu kentte gettolaşma demek farklı etnik unsurların gruplaşması demektir. İnsanlar göçerken beraber göçerler , tek göçüyorlarsa da bildikleri insanlara yakın olmak isterler. Bu da banliyö veya gettolara yol açar. Sivaslılar bir yere Trabzonlular başka yere, Diyarbakırlılar başka yere yerleşir. Veya Paris, Amsterdam, Berlin vs için Türkler bir yere, Faslılar bir yere Polonyalılar ayrı yere. Bu insanların günlük hayatı şehrin büyüklüğü ile doğru orantılı olarak kapalı komündür. Yani şehir ne kadar büyükse bu kapalılık o kadar artar. Pendikte doğup orada ölen birinin Halkalılı birini hiç görmeden ölmesi mümkündür. Hizmet sektöründe de parselleme olayı görülebilir bu yüzden. İlk göçen Sivaslılar atıyorum inşaat sektöründe çalışmaya başladılarsa sonradan gelen hemşerilerini oraya alıp kent içinde sektörel tekel oluşturabilir. Nedendir bilmiyorum ama işporta midyeciler hem Mardinlidir misal-bugüne kadar sadece bir tane denk geldi mardinli olmayanı-
Kent büyüdükçe bir yandan emlak rantı artarken bir yandan da sorunları artar. Hem altyapı sorunları işin içine rant ve büyük paralar girdiği için artar, hem de yer miktarı azaldığı için yeni alanlar oluşturmak zorlaşır. Bir diğer zorluk getto banliyö tabir edilen yerlerdeki kentsel dönüşümlerdir. Dünya'nın her yerinde sonradan gelenlerin yerleştirtiği bu yerler değişime direnç gösterirler. Gettoların-Banliyölerin- bir yerden sonra emlak piyasasında değerinin artması kent yönetimleri için en büyük sıkıntıdır.- örnek için bknz: slumdog millionere'de bahsi geçer. rio de jenerio'da da bu durum şiddetlidir.
Göçmen gelir kente yerleşir yüksek ihtimalle hizmet sektörü veya işçi olarak işe başlar. En iyi ihtimalle kendi kobisini kurar esnaflık yapar. Sonradan gelip holding sahibi olanı veya direkt fabrika açanları azdır. Yani yerleşikliği yüksek olan insanlar zaten belirli pozisyonları doldurduğu için göçmenlere kalan işler düşer. Diğer bir deyişle yerli halkın-yada önceden gelenlerin- yapmak istemediği işler. Nüfus artıp işsizlik peydah olsa bile bazı düşük kalitedeki işler her zaman göçmenlere layık görülür-inşaatta çalışan Alman zor görürsün derler misal. Diğer bir deyişle banliyö gettolarda yaşam zordur. Bu insanlar birbirlerine tutunurlar ve çeşitlilik fazladır. Bu sebeplerden gettolara dokunmak tepki yaratır. Zira bu insanlar azınlıktır dışlanmıştır-veya öyle hissederler- ve birbirlerinden başka kimseye kolay kolay güvenmezler. İlave olarak misal bir Sivaslı köylünün İstanbudaki yaşamı TVden görmesi fazla problem teşkil etmez iken İstanbulda'ki yaşamı İstanbul'da görmesi bilmesi problem yaratır.
Metropollerde farkı yaşamlar ekseriyetle birbiriyle kesişmeden yaşarlar. Günlük yaşamında kenti semtinde olsa da bir köylü gider tarihi yerleri de görür, Taksimi de görür. Aynı şehirde yaşadığı halde kendisinden çok farklı hayatlar yaşayanları görür. Bunun şehrin alt kültürlerinde özellikle müzikte yansımasını sıkça görürüz. Arabesk, hiphop vesaire. Diğer gördüklerine özenip o yaşamları taklit edenler, kendi yaşam tarzlarını modifye edip kentte kabul görme çabasına girenler olurlar. Geçen uykusuzda da bahsediyordu. Fatih'teki tutucu adamla, nişantaşındaki elit adam, beyoğlundaki marjinali birbirleriyle kaynaşmasa bile birbirlerini illaki görürler. Meydanlar, parklar, halk plajları bunlar içindir.
Bu karşılaşmalar da kendi içinde problemdir. Birbirlerinden çok farklı hayatlar yaşamış, davranış kodları kullandıkları kelimeler, hayat görüşleri farklı yerlerde şekillenmiş iki insanın bir yerde karşılaştığında birbirini anlamaması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye'de 90lardan sonraki tartışmaların hararetlenmesi biraz da bu yüzdendir. Kente göç patlak vermiş, insanlar hayat görüşlerini kıyafetle, duruşla, kelimeyle belli ederler zaten. Konuşma olmadan anlaşmaya çalışmadan beraber hayat sürme gailesi içindeler. Kente sonradan gelenin kendini kabul ettirme çabasıdır türban başörtüsü sorunu birazda.
Eğri oturup doğru konuşalım, ben geçiş yerinde doğup büyüdüm. Ne muhafazakar ne de batılı, ne köy ne de büyükşehir. Okuduğum okul keza aynı, çok sosyete tabir edilen yerleri de gördüm it bağlasan duraz denilen yerleri de. Sokakta yatıp kalkanlarla da konuştum makam mevki sahibi insanlarla da. Hani benim açımdan bazı şeyleri fark etmek kolaydır. Artistik olsun diye söylemiyorum, özellikle yeni olduğum ortamda anı yaşamak yerine geri çekilip gözlemeyi tercih ederim. İstanbul'un bazı semtlerinde ayrı hayatlar hüküm sürer. Metropollerin çoğunda öyledir. Gelen insanlar kendi örf adet ve davranış kurallarıyla gelirler. Kendi yöresel deyişlerini korur ve rutinlerini devam ettirme eğiliminde olurlar. Köyde çok doğal olan biber kurutma eylemi misal, şehirde farklı hayat yaşamış biri için gariptir. Yabancı birisi için otantiktir, "aa bu neymiş" tepkisiyle izler.
Göçmenler bir yandan yeni oldukları yerde kendilerini kabul ettirmek isterler diğer yandan da asıllarını kaybetme korkusu yaşarlar. Bu çelişki onları biraz alıngan yapar yerlilere karşı. Yerli birinin "aa ne kadar ilginç neden kurutuyorsun" demesini bile yanlış anlayabilirler.
Özetle farkı olana temkinli yaklaşıp, farklı olduklarını hissetirenlere şüpheli bakarlar. Bu yerliler içinde çok fazla farklı değildir. Onların sadece kendilerini kabul ettirme dertleri yoktur. Parisin banliyösündeki birisi kılığının kıyafetinin yadırganmamasını ister geldiği yerdeki gibi ama aynı zamanda diğer kişilerin kıyafetlerine bakıp yorum yapmaktan geri durmaz. Bir keresinde kısa saç ,açık renk kıyafet kapri-gömlek ile bir rock bardaki metal konserine gitmiştim. Farklı yere gidecektik ama arkadaşlar oraya da gidelim dediler tamam dedim. Klüp veya diskoya yaraşacak bir kılık kıyafet olunca etraftakiler yadırgadılar haliyle. Yadırgamanın farkındayım, sahne önüne geçtim 2. parçadan sonra kimse dikkat bile etmedi. Zira kıyafetime yansımasa da kimliklerimden birisi. O kadar siyah giymiş uzun saçlı sakallı seyircinin arasında züppe mirasyedi gibi dursam da dinlediğim müzik, rockçıyım.
Yani mesele her zaman kimlik meselesidir. 21. yüzyılda çoklu kimlikler taşıyoruz kabul ama bu kimliklerin hepsini birden yansıtamıyoruz. Kimliklerin hepsini aynı anda ifade edebilmemizin imkanı yok. İlave olarak buna saydığım göçmenlik olguları eklenince, bir de mesele siyasi olarak ajite edilince türban meselesinin bu kadar büyümesine şaşmamak gerekir. İslami kimliğini kıyafet ve davranışlarına yansıtan birisiyle aynı ortamda bulunsam misal, hem davranış hem kelime seçimlerini ona göre ayarlamaya çalışırım. Bu da belirli bir efor harcamamı gerektiri ve bundan kaynaklı gerginlik yaratır. Salt bu gerginliği hissetmesi bile, ayrımcılık yaptığıma rahatsız olduğuma yorulabilir. Ki bence ekseriyetle olan şey bu. Eskiden ülkenin farklı yerlerindeydi artık kentlerin farklı yerlerinde farklı yaşamlar var. Birazda Almanya'daki Türklerin olayı, 2. 3. nesil nasıl Almanya'da daha fazla sosyal ortamlarda yer alıyorsa, kentlere göçenlerde de aynı şey oluyor.
Diyeceksiniz ki neden geriliyorsun? Gerilmem doğal zira bilinci katmadan doğal olarak konuşursam sıkıntı olabilir. Hayatında hiç küfür duymamış insanlar biliyorum. Bir salak kelimesine ana avrat düz kaymışsın gibi tepki veren. Veya cümle sonuna refleks olarak ya dediğinde saygısızlık kabul eden. Karşımda yanımda farklı ortamda yetiştiğini bildiğim birisi varken o gerginliği yaşamam gayet normal. Zira müslümanda olsam aynı hayatı yaşamadık, aynı şeyleri takip etmedik, aynı kelimeleri kullanmıyoruz ve ikimizde bunun farkındayız o ortamda. Dolayısı ile karşılıklı bir gerginlik mevzu bahis. Ha bu konuşamayız demek değil, konuşuruz otururuz ederiz ama fatihli bir arkadaşla farklı olur beyoğlulu bir arkadaşla farklı olur.
İnsanlar farklı bölgelerden gelince sadece şive olayı farklı olur sanarlar. Aslında nüfusun genelince bilinmeyen bölgesel kelimeler de çok var dilimizde. Ankara'ya ilk gittiğimde fark etmiştim. Memleketimde Tekirdağ'da gayet günlük dilde olan kelimeleri söylediğimde ne diyor bu bakışlarıyla karşılaşmıştım. Hani kelime haznem geniştir, yöresel kelime deyiş veya yemekleri filan bilirim ama herkes ben değil. O yüzden kelime seçimi de olayın farklı bir boyutudur mevzu bahis birbirini anlamaksa.
Bağlayayım artık çok uzun oldu. Farklı yerlerden gelen farklı hayatlar yaşamış insanlar, göç olayları ile metropollere geldiğinde, o farklı hayatlar aynı şehrin farklı semtlerinde sürmeye devam ediyor. Bu da bazı problemlere yol açabiliyor. Özellikle bu kent alt kültürlerinden biri kendisini metropolün tamamına dayatmaya çalışırsa. Kürselleşme dedikleri bir yandan batı tarzı Amerikan kültürünü kozmopolit genel kültür diye dayatırken bir yandan da yerel kültürlerin sivrilmesine yol açıyor. İnsanlar yerel kimliklerine daha sıkı tutunuyorlar. Aynı şehirde yaşayan farklı kimliklere sahip insanların birbirleriyle etkileşiminde farklı olduğunun bilincinden kaynaklı tutumlar ksenofobi benzeri durumlar yaratabiliyor. Göçten kaynaklı nüfus artışından kaynaklı problemler, genel refah düzeyi, insanların birden fazla kimliğe haiz olmasının yarattığı kafa karışıklığı, büyükşehirlerdeki kentleşmedeki rantın rolü bazen işleri içinden çıkılmaz hale sokabiliyor.
Meseleye salt siyasi bakmak, insanların salt siyasi kimlikleri olduğunu düşünmek hata olur. 21. yüzyıldayız salt tek kimliğim var diyen kendisini kandırır. Bu ülkedeki her insan en az iki farklı kimliğe haizdir. Biri dini biri etnik, bunların yanında şehir, takım, müzik türü vs de ekleyin. Sonra benim gibi işin içinden çıkamayın.
En genel kimliğimiz hepimiz tüketiciyiz, kodamanlar bizi böyle görüyor bunu unutmayın. Reklam kampanyaları, indirimler, promosyonlar, örtülü reklamlar, Avrupa dayatmaları, dini dayatmalar, etnik dayatmalar. Modern dünyada insanın işi zor cidden.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder